Hepimizin hayatına girmiş ve bazılarımızın bir miktar daha tiryaki olma yönünde mesafe katettiği bir konudan bahsetmek istiyorum bugün: Türk kahvesi.
Türk kahvesi, yalnızca fincanda kalan bir lezzet değil; geleneğimizin ve günlük hayatımızın içinde yer edinmiş güçlü bir kültürel mirastır. Bunun en güzel örneklerinden biri olarak, kahveden önce mideyi korumak için yenilen hafif yiyecekleri anlatan “kahve altı” ifadesi, zamanla dilimizde dönüşerek “kahvaltı”ya evrilmiş; bugün ise günün ilk öğününe karşılık gelen yerleşik bir kelime olarak hayatımızdaki yerini almıştır.
Kahve içme kültürü, Osmanlı’nın Yemen’den İstanbul’a taşıdığı kahvenin saraydan halka yayılmasıyla şekillenmiş; yeniçeriler aracılığıyla da sosyal hayatta kendisine yer bulmuştur. 17. yüzyılda Osmanlı ve Avrupa arasındaki temaslar, özellikle 1683 Viyana Kuşatması sonrasında kahvenin Viyana’da tanınmasına zemin hazırlamış, buradan da Orta Avrupa’ya ve İtalya’ya yayılmıştır. Kahve Osmanlı topraklarında yetişmemiş olsa da, Yemen’in Osmanlı hâkimiyetinde olması sayesinde bir içme ritüeline dönüşmüş ve Türk kültürünün kalıcı bir parçası hâline gelmiştir.
İşin bir de şu yönü var; gerek demlik demlik çay içilen kahvehanelere giderken söylenen “Ben bir kahveye gidiyorum hanım” cümlesinde gidilen mekanı betimlemesiyle, gerekse kız isteme törenlerinde, cenazelerde ve dostlar arası ev ziyaretlerinde ikram edilmesiyle kahve o kadar kültürümüzün içindedir ki; bu her yıl 5 aralıkta kutlanan özel günü, Dünya Türk Kahvesi Gününü geç de olsa anmadan geçmek haksızlık olurdu.
Ne mutlu bizlere ki, Türk kahvesi, mutfağımızla ilgili dünya genelinde en bilinen ve öne çıkan ürünlerden biri haline gelmiş; “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözüyle de toplumumuza özgü vefa anlayışını yansıtan değerli bir vecizeyi kültümüzde yaşatmıştır.


ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.